Biyolojik kıyametle karşı karşıyayız

Domuz gribinde Türkiye’yi felaketin eşiğinden döndüren uyarıların sahibi Kemal Özer ile Şeytan Ye Diyor’u, gıda terörünü, global tröstleri konuştuk.

Biyolojik kıyametle karşı karşıyayız

Üstün bol / Dünyabizim.com
 

Kıyamet sadece insan için değil bitki ve hayvanlar içinde geçerli. Dünyadan bitki ve hayvanları çekerseniz insan yaşamı da sona erer. Oysa insanı çekseniz bitki ve hayvanlar yaşamayı sürdürür.
 

“Şeytan Ye Diyor”, sen aldırma!

Kemal Özer, Şeytan Ye Diyor
Mehmet Zahid Kotku
'ya atfedilir ya: Üstad'a sormuşlar arkadaşlık nedir diye; “Pekiy demektir” demiş. Kemal Özer benim yoldaşım, kardeşim, ağabeyim olmanın ötesinde “Hadi!” dediğinde “Nereye?” diye sormayacağım çok az isimden biridir. Uzun yılların verdiği dostluğa, arkadaşlığa rağmen pek bir “Bey”li konuştuk kendisiyle. İş ayrı dostluk ayrı dedik şakayla karışık… Kemal Ağabey'in yeni kitabını okumadan önce muhakkak ilk kitabını (Deccal Tabakta, Hayy Kitap) okumanızı öneririm. Zira önce endişelerin temellendirilmesi gerekli. Ardından “Şeytan Ye Diyor” okunduğunda bu endişelerin nasıl giderileceği daha anlamlı olacak. Ömrüne bereket Kemal Özer…


Kemal Özer'le HayyKitap'tan birkaç gün önce çıkan yeni kitabı “Şeytan Ye Diyor” üzerine konuştuk. Buyrun söz Kemal Özer'de…
 

Yeni bir kitap yeni bir heyecan demek
 

Kemal Bey sizi kamuoyu “Deccal Tabakta” kitabınızla tanıdı daha çok. Oysa yıllardır sivil toplumun içindesiniz. Tüketiciler Birliği'nde uzun bir teşriki mesainiz var, daha sonra Gıda Hareketi'ni kurdunuz ve halen hareketin genel başkanısınız. Kendinizi nasıl anlatırsınız okurlarımıza?
 

En beceriksiz olduğum alandan biri kendimi anlatmaktır. Mümkünse anlatmayayım. Takdiri okura bırakayım. Ama şunu söyleyebilirim. Yeni bir kitap yeni bir heyecan demek. Şu anda onun heyecanı içerisindeyiz. Yoğun mülakat, televizyon programları ve konferanslar var. Osmanlının parçalanmasından sonra kurulan dünya düzeninin sonuna gelindi. Yeni bir dünya kuruluyor en büyük heyecanım da bu. Yenidünya kurulurken seyirci değil belirleyici olabilmek. Bize de gıda konusunda, medya konusunda bir rol düşmüş onu en iyi şekilde icra etmek düşüyor. Gayretimiz de bu yönde.
 

İlk kitabınızda endüstriyel gıda kapitalizminin bir ahtapot gibi gıda ve sağlık sektörünü nasıl kuşattığını, üstelik bu kuşatmanın “sağlık”, “güvenlik”, “hijyen” gibi kutsallaştırılmış kavramlar üzerinden yapıldığını anlatıyorsunuz. Bunun yanında aslında kapitalizmin tek amacının kâr etmek olmadığını da söylüyorsunuz. Bu çelişki değil mi sizce?
 

Değil; çünkü burada zikrettiğimiz sadece kapitalizm değil. Dünyayı kontrolü altına almış ve bu kontrolün kalıcı olmasını sağlamaya çalışan Siyonist bir ideolojiden söz ediyoruz. Dünyanın yıllık 67-68 trilyon dolarlık gayri safi hâsılası var ve dünyanın efendisi durumundaki Rockefeller ve Rothschild ailelerinin serveti 45 trilyon dolar. Amerikan dolarının yanı sıra, değerli madenlere, petrole, ilaca, silaha, medyaya, tohuma, gıdaya ve dolayısıyla önemli ölçüde yaşama sahipler. Aslında servetlerinin hesabı kayda geçirilecek rakamların çok çok ötesinde. Bu durumda sorun para değil, kurdukları düzeni sürdürülebilir kılmak. Bu kuşatmada amaç içini boşalttığı kavramları yeniden dizayn etmek...
 

Kemal Özer, Deccal TabaktaDeccal'i nerede aramalıyız?
 

“Deccal Tabakta” kitabınıza kimlerden ne tür tepkiler aldınız, özellikle de akademisyen takımının bakışı nasıldı?
 

Çok beklediğim halde ne yazık ki hiçbir eleştiri gelmedi. Türkiye'de Amerika'da, Avrupa'da farklı kesimlerce toplu okumaya tabi tutulduğunu sözlü ve yazılı bildirdiler. Mesela Türkiye'de içinde avukat, fıkıhçı, veteriner, gıda mühendisi, biyolog ve kimyagerlerden oluşan bir grup toplu okuma yaparak düzenli çalıştıklarını bildirdiler. Bazı liderlerin de kitabın özetini istediğini ve özetlerinin çıkarıldığını biliyoruz. Çok sayıda okurdan kitapla ilgili duygu ve düşüncelerini içeren e-postalar aldım. Bunlardan sadece biri bir dipnottaki takdim tehir hatasına yönelik eleştiri iken diğerleri takdirlerini ve gelecek endişelerini içeren mektuplardı. Okurlardan birinden gelen mektupta okur şunları yazmış: “Kitabı okurken her sayfada ayrı bir şok yaşadım. GDO'yla ilgili hiç bilmediğimiz, hiçbir yerde duyamayacağımız bilgilerle karşılaştım. Devamını istiyoruz”
 

Özellikle gıda akademisyenlerinin bu “endüstriyel gıda kapitalizmi” ile ilişkileri nasıl?
 

Akademik çevrenin önemli bir kısmı üreticilere danışmanlık yapıyor. Onlar adına araştırmalar yapıyor. Onlardan destek alıyor. Bu durum bu ilişki içinde olanların bağımız davranmalarını engelliyor. Bazı doktorlar ilaç firmalarının düzenlediği ve sponsorluk yaptığı sempozyum türü etkinliklere bu firmaların sağladığı imkânlarla katılıp bağımsızlıklarını yitirdikleri gibi ne yazık ki bu alanda da bağımsızlık sorunu söz konusu. Elbette tümünü suçlamıyoruz. Yayınlarından da anlaşılacağı üzere içlerinde bu çevrelerin tuzağına düşmemiş önemli sayıda kişi var. Bunlardan bir kısmı da hukuk bilgisi eksikliği nedeniyle korkuları nedeniyle konuşmamaktalar. Bu sayede kanaatimizce sessiz kalma suçunu işliyorlar.
 

Kemal Özer, William Engdahl
Kemal Özer, William Engdahl

Yurt dışında gıda ve sağlık konularında duyarlılık ne düzeyde? Sizin ve örgütünüzün paralel çalışmalar yürüttüğü William Engdahl var mesela. Ölüm Tohumları adlı kitabına baktığımızda onun yurtdışından sizin yurt içinden aynı savaşı sürdürdüğünüz görülüyor.
 

Özellikle Batılı ülkelerde bu savaşı veren kimselerin daha çok olduğunu görmekteyiz. Bu kimseler, yola bizden önce çıktıkları için bizden öndeler. Maddi ve manevi destekçileri daha fazla. Mesela Amerika'da ilaç firmalarının tuzağından korunmaya çalışan ‘Bağımsız Doktorlar Örgütü'nün on binlerce üyesi var. Bu ekonomik bağımsızlık ve ciddi bir avantaj getiriyor. William Engdahl'la zaman zaman görüşüyoruz. Engelli olmasına rağmen canhıraş çabalıyor. Kaynakların çoğunun İngilizce olması ve erişim imkânlarının bize oranla daha fazla olması da onlar açısından bir başka avantaj. Mesela bu mücadelenin öncülerinden olan Rachel Carson 1960'larda bugün çoğu kimsenin bilmediği, göremediği sorunları fark etmiş namuslu bilim insanlarından biri.
 

Ya bizdensin, ya GDO'cu!
 

Gerek yazılarınızda gerekse kitaplarınızda GDO karşıtlığı başat rol üstleniyor. Sizin karşı çıkış gerekçelerinizle GDO taraftarlarının argümanları taban tabana zıt. GDO üretimi bu hızla giderse bizi nasıl bir dünya bekliyor?
 

Çok doğru. Aradaki fark siyahla beyaz kadar. GDO yandaşlarının en belirgin özelliği on yıl önce ne söylüyorlarsa bugün aynı şeyleri farklı biçimde söylüyor olmaları. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir yandaşın neler söyleyebileceğini o kimse konuşmadan tahmin edebilirsiniz. Oysa karşıtlar sürekli kendini yeniliyor. Sürekli yeni şeyler söylüyor. Biz karşıtların temel endişesi, zaten sorunuzdaki bizi nasıl bir dünya beklediği daha doğrusu sapasağlam aldığımız dünyayı ne şekilde teslim edeceğimiz. Bizden sonraki nesilleri neler beklediği.
 

Düşünün, doğanların bir kısmı doğuştan kısır, bir kısmı çift cinsiyetli, bir kısmı kendi cinsine ilgi duyuyor, bir kısmı iki başlı, iki ayaküstünde iki beden ve baş, bir kısmı doğuştan şeker veya böbrek hastası, bir kısmı zihinsel özürlü, bir kısmı şu veya bu şekilde bir hastalık veya sorunla karşı karşıya. Peki böyle bir dünyada yaşanabilir mi? Doğuştan immün sistemi zayıf bir kimsenin dünya hayatından memnun olması beklenebilir mi? Böyle bir dünyada dini bir hayat olabilir mi? Bu uzayıp gider.
 

Yaşayan hayvanat ve nebatatın halini düşünün. Zehir soluyarak, zehir içerek, zehir yiyerek yaşamak mümkün mü? Niteliksiz çok üretimi mi esas almalıyız, yoksa nitelikli az üretimi mi?
 

Biyolojik kıyamet geliyor!
 

Az ama nitelikli gıdalar insanların hem fizyolojik hem de biyolojik açlığını giderir. Oysa niteliksiz çok gıda fizyolojik açlığınızı giderirken biyolojik açlığınızı gidermez. Hızla biyolojik açlığını gidermeyen insanlardan müteşekkil bir dünyaya doğru sürükleniyoruz. Bunun neticelerini az önce saydık. Bu çevreler bunlardan hiç söz etmiyorlar. Papağan gibi ezberletilmiş palavraları tekrarlıyorlar. Özetle önlem alınmazsa gerçekten biyolojik bir kıyametle karşı karşıyayız. Üstelik bu kıyamet sadece insan için değil bitki ve hayvanlar içinde geçerli. Zaten dünyadan bitki ve hayvanları çekerseniz insan yaşamı da sona erer. Oysa insanı çekseniz bitki ve hayvanlar yaşamayı sürdürür.
 

Dünya Gıda Örgütüne, Dünya Sağlık Örgütüne, Dünya Ticaret Örgütüne savaş açıyorsunuz. Kuş gribini, domuz gribini endüstriyel virüs olarak tanımlıyorsunuz. Geçtiğimiz yıl ülkemizde yaşanan domuz gribi tecrübesinde de aşı kampanyasının başarısız olmasında en büyük pay sizin. Hatta başbakan bile aşı yaptırmayacağını açıkladı. Yanlış bir şey söylerim diye korkmuyor musunuz?
 

İnsan bu tür konularda niye korkar? Ya yalan söylediği için ya da eksik bilgisi nedeniyle mütereddit olduğundan. Biz bir şey söylemeden önce araştırıyoruz. Yakın tarih okumaları yapıyoruz. Alternatif görüşleri ve bilgileri kontrol ediyoruz. Bu plan sahiplerinin kimler olduğuna ne hedeflediklerine bakıyoruz. Benzer hadiseler olmuş mu ve bu hadiselerde nasıl gelişmeler yaşandığına bakıyoruz. Kuş gribi efsanesinin ayrıntısına sahip bir kimsenin domuz gribi masalını yemesi imkânsız. Bildiği halde susmanın ise çıkar çatışması, maddi menfaat veya makam beklentisi olabilir. Propaganda yapanların bir kısmı cahil kimselerden oluşuyor bir kısmı ise vicdanlarını sattıkları için. Küresel düzeni doğru okuyamayan kimselerin bu konuda söz söylemeleri mümkün değil. Söyleseler de isabet oranları zayıf. Mesela şimdiden söyleyelim. Rockefeller Vakfı'nın 2012 veya 2013'te sağlıkla ilgili yeni bir tezgâhı bizleri bekliyor. Vakfın sitesindeki raporun özetinde bunu görebiliyorsunuz. Bunun için akademik ve bürokratik çevrelerin zihin ve keseleri ilmek ilmek dokunuyor. Ardından da siyasiler avlanıyor.
 

Bugün siyasi iradeyi eleştiren herkesi düşman gören bir algı var Türkiye'de. Bu nedenle söylediklerinizi her zaman ciddiye almıyorlar. Allah'tan Başbakan Erdoğan bizim aralıksız, sert ve isabetli çıkışlarımızı dinledi de biz domuz gribi masalından hem halkımızı hem de ülkemizi kurtardık. Aksi halde hem sağlığımızdan hem de paramızdan olacaktık. 45 milyon insanın aşılanması öngörülmüştü. Bu rakam mücadelemiz sayesinde 1,5 milyonda kaldı.
 

Gıda ve ilaç en önemli silahtır
 

Sizin anlattıklarınızdan gıdanın ve sağlığın siyasal bir alan olduğu anlaşılıyor…
 

Hiç şüphe yok ki öyle. Kissinger diyor ki: “Tarım, tarım bakanlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Gıda müzakere çantamızdaki silahlardan biridir. Asla vazgeçmeyiz.” Gıda ve ilaç, keşfedilmiş en büyük silahtır. Daha etkilisinin keşfedilmesi imkânsız” Keşke bunu bir de siyasilerimiz anlayabilse. Anlayanına bedava danışmanlık yapmaya hazırım.
 

“Şeytan Ye Diyor” nereden aklınıza geldi? Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı hissettiniz?
 

Deccal Tabakta kitabı, GDO özelinde gıda hatta sağlık sorununu siyasi, sosyal, ekonomik, çevre, sosyal ve dini açıdan sorgulamıştı. Bu kitap çok kimseyi endişeye sevk etti. Tedirgin etti. Arayışa sevk etti. Bu kadar girift bir düzende herkes doğruyu bulamaz, doğru tercih de yapamaz; çünkü bu da -tırnak içinde- uzmanlık gerektiren belki daha doğru ifadeyle bilgi ve deneyim gerektiren bir durum. Bundan hareketle kitap kapağında da ifade ettiğimiz üzere “ne yiyeceğimizi şaşırdık” diyenlere bir rehber hazırlamak gerekti. “O halde ne yiyelim?” sorusu bizi “Şeytan Ye Diyor! İnsan ne yemeli ne yememeli?” kitabını kaleme almaya itti. Aslında nasip olursa bu bağlamda üçüncü bir eser gelecek. İlk eser, korkuttu, endişeye sevk etti. İkincisi yol göstermeye çalışıyor. Üçüncüsü ise bir hayat tarzı inşasının yanı sıra ilk kitabın oluşturduğu korkuyu izole ettiği gibi mutluluğa ve güvene eriştirecek bir çalışma. Ama bu aynı zaman bir roman olacak.

Fıtrat bozulursa ne olur ve “ağır çekim” kıyamet ne demek?

Üzülerek ifade etmeliyim ki zaten fıtrat önemli ölçüde bozuldu. Mücadele edilmez de tümüyle bozulursa ölmemek için mücadele eden insanlar, ölmek için her şeyi deneyecekler. Mesela tek cinsel uzvu olan ancak çift başlı bir erkek veya kadın düşünün. Beden olarak tek olsalar da ruh veya beyin olarak iki kişi. Tıbben ayrılmaları da imkânsız. Bu bitişiklik insanların cinsel ihtiyaçlarından tutun da hukuki durumuna, doğurgan ise doğacak çocuğun durumuna kadar sair sorunlar doğurur. Peki, bu sorunlar nasıl çözülecek? Tıbbın, hukukun, dinlerin, sosyal çevrelerin buna çözümü var mı?
 

Tabiattaki farkların hiçbiri anlamsız değil. Tabiî dengedeki canlıların bir kaçının yokluğu nasıl sorunlara neden oluyor biliyoruz. Tarım kimyasalları ile katliama tabi tutulan arıların, genetik değişim nedeniyle tümüyle yok olduklarını düşünün… Bu durumda birçok bilim adamına göre 4 yıl sonra dünyada bitki yaşamı dolayısıyla hayvan ve insan yaşamı sona erer. İsterseniz “ağır çekim” demeyelim, “insan eliyle kıyamet” diyelim. Zaten adamların amacı da bu değil mi? Demiyorlar mı: “Tanrıyı kıyamete zorlamalıyız. İsa bir an evvel insin.” Bunun için sok sayıda eser ve film üretmediler mi?
 

Hazzın mı var, derdin var!
 

Haz, şöhret, kararsızlık hastalığı?
 

Şeytan Hz. Âdem'i (a.s.) aldatıp hazzına yenik düşmesini sağladı ve başına gelenler herkesin malumu. Aslında insan o gün bugündür hazzının esiri. Oysa bugün her şey hazza endekslenmiş durumda. İnsanlar yaşamak için yemiyorlar. Hazlarını tatmin için yiyorlar. Hazzın yanı sıra şöhret pompalanıyor. Herkes ünlü olma peşinde. Önüne konulan bin bir seçenek var ve bunlar arasında bir seçim yapamamanın açmazı içinde debelenip duruyor. Şöhret budalalığı, haz tutkusu, kararsızlık açmazı yüzünden sayısız insan depresyona girmiş durumda. İstedikleri de bu. Sağlıksız bir beden ve ruh. Kendi derdine düşmüş insan sürüleri. Böylece kurdukları kirli düzen kıyamete dek sürsün.
 

Tatlandırıcılar, katkı maddeleri itiraz ettiğiniz maddelerin başında geliyor. Oysa günlük hayatta tükettiğimiz hemen her şeyin içinde bu maddeler var. Artık kimse evde reçel yapmıyor, sebze kurutmuyor. Ne yiyecek bu insanlar, nasıl yaşayacak?
 

50 yıl önce insanlar nasıl yaşıyorsa öyle yaşayacak. 13 bin yıldır insan, hayvan ve bitkiler nasıl yaşıyorsa öyle yaşacaklar. Böyle yaşanabilir mi? Yaşanır ben yaşıyorum.
 

Kemal Özer, Şeytan Ye DiyorSiz nasıl besleniyorsunuz? Günlük hayatınızda tükettiğiniz ve tüketmediğiniz ürünler neler? Zaruri ihtiyaçlarınızı mesela yoğurdu, eti nasıl temin ediyorsunuz?


Raftan gıda ürünü satın almıyorum. Rafine, pastörize ve fermente edilmiş hiçbir ürünü satın almıyorum. Katkı maddesi içeren hiçbir ürün satın almıyorum. Kakao, soya, mısır, beyaz un, şeker, sızma zeytinyağı dışındaki sözde yağları içeren hiçbir ürünü tüketmiyorum. Evime endüstriyel hiçbir gıda girmez. Kimileri buna inanmıyor. İnanmayan çat kapı gelip istediğinde mutfağımı denetleyebilir.


Mesela bakın şu an yeşil çay içiyoruz. Hurma, fındık ceviz ve badem yiyoruz. Bundan daha iyi ve sağlıklı bir besin bilen varsa buyursun onu yiyelim. Ben Allah'ın halifesi ve kendinden ruh üfürdüğü değerli bir yaratık olan insanım. Allah bu bedeni bana emanet verdi ve hesabını bana soracak. Hesabını verebileceğimiz tercihleri yapmamız gerekiyor. Hastalık Allah'tan geldi diyerek suçu Allah'a atamayız. İyi not alan öğrencinin kendini başarılı bulup, kötü notta hocayı suçlaması gibi: “İyilik bizden, maraz Allah'tan”. Olmaz böyle şey.


Jelâtin?


Endüstrinin altın bileziği, nesepsiz, değersiz, faali meçhul. Çoğunluğu domuz derisinden elde edilen ve hiçbir besin değeri olmayan dolgu maddesi. Türkiye'de her üreticinin kendi ürettiğinin “sığır jelâtini” olduğunu iddia ettiği şüpheli ürün. Sığır olsa neye yarar. Bu sığır İslamî kurallara uygun beslenip kesildi mi? Tam bir faili meçhul.


Tatlandırıcılardan, katkı maddelerinden başladık, şekerle unla devam ediyoruz. Türkiye'de üretilen ekmeğin de sağlıklı olmadığını söylüyorsunuz. Ekmek tüketiminin çok yaygın olduğunu düşünürsek insanlar ekmeği nasıl temin etmeli ve nasıl tüketmeli?


Şeker ve tatlandırıcılar günümüzün sağlık sorunlarının en büyük failleri. İnsanın şeker ve tatlandırıcıya ihtiyacı yok. Bu ürünleri almak obezite, böbrek, diyabet, karaciğer, kalp damar sorunları yaşamayı açıkça kabul etmek demek, hatta bilerek kansere davetiye çıkarmak. Beyaz un da bu kapsamda. Tam buğday ununda 100 birim besin varsa beyaz unda bu sadece 2 veya 3 birim. Geri kalan 98'e ne oldu? Çöpe attılar. Günlük besin ihtiyacının yüzde 50'sini ekmekten sağlayan bir toplumun ekmeği sağlıksız ve niteliksiz olursa o toplumun sağlıklı olması beklenebilir mi? Bu ülkede yapılabilecek en çılgın proje ekmeği düzeltmektir. Hiçbir siyasi partinin seçim beyannamesinde ekmek geçiyor mu? Oysa kendileri de her gün 400 gram ekmek yiyor.


Ekmek tam buğday unundan evde yapılmalı. Kitapta bunun tarifini veriyoruz. Mesela bekar erkekler evde ekmek yapmayan kızları almamalı. Kızlar da tam buğday unu gibi tabiî ve sağlıklı gıdaları bulmayı taahhüt etmeyen erkekleri tercih etmemeli. Evde ekmek yapmaya başlayanlar bir daha dışarıdan asla ekmek yemezler. İki günde insanın dışkısının rengi yapısı ve kokusu bile değişir. Bir hafta sonra insanlar mide ve barsak sorunlarının çoğundan kurtulabilirler.


Helal mi olsun, helalci mi?


Son yıllarda piyasa değeri yükselen bir kavram var: “Helal Gıda”. Helal gıda tartışmalarına ve sertifikasyon çalışmalarına nasıl bakıyorsunuz?


Bu tartışmaların yapılması konusunda geç kaldık. Tartışmaya başladık fakat bu kez doğru yerden başlamadık. “Dünyada 2 milyar dolarlık helal gıda pazarı var” buradan nasıl pay alırız hesabı yapılıyor. Bu çok ahlaksız ve çıkarcı bir açılım. Oysa bizim için pazarın hiçbir önemi olmamalı. İnsanların, sağlıklı ve dinlerinin öngördüğü ölçülerde gıda temin etme hakkının sağlanmasını istemesi ve bu konuda da asla taviz vermemesi gerekir. Helal sertifika veren oluşum enflasyonundan geçilmiyor. Bu alanda şöhret olmak, pastadan pay almak isteyen bu alana giriyor. Alman devletine ait bir kurum bile Türkiye'de helal sertifika işi yapıyor. Biralara ve likörlü çikolatalara helal sertifikası verilmiş durumda. GDO'lu tavuklara, kan ve hayvansal atıkla beslenen, GDO'lu soya ve mısır yedirilen tavuklara helal sertifikası veriyorlar. Aklamadık tavuk markası bırakmadılar. Ne diyorlar: “Biz sadece kesimi için sertifika verdik”. Bu dayanaksız bir savunma. Sizin kesime helal sertifika verdiğinizi farz etsek bile bunu neden sertifikanıza yazmıyorsunuz? Kaldı ki böyle bir sertifika zaten olmaz. Bir ürünün bir kısmına helal sertifika verip diğer kısmı beni ilgilendirmez diyemez hiç kimse. Ben bu sertifikaları almış hiçbir ürünü tüketmem. Çok yakında bu alanda birçok problem ortaya çıktığını herkes görecek ve bize hak verecek.


Gazlı içeceklerde alkol bulunduğunu Tüketiciler Birliği'nde iken yine sizin de içinde bulunduğunuz bir ekip ortaya çıkarmıştı. Ve o zaman sektörün çok güvenilir(!) şirketleri kıyameti koparmıştı. Nedir son durum gazlı içeceklerde?


Herkes bildiğini okumaya devam ediyor. Hem uluslararası kodeks, hem AB mevzuatı, hem Türk Gıda Kodeksi hem de TSE standardı kola, gazoz, meyve suları, sodalar gibi ürünlere 3-5 gr/litre etil alkol eklenmesine izin veriyor. Eklemeden bunu üretemezler. Ürettiğini iddia edenler de bunu ispata mecburdur. Ambalaja ‘alkol türevleri ve domuz ürünleri yoktur' yalanı yazarak bu işi çözemezler. Kaldı ki bu ürünler alkol içerse de içermese de asla içilmemeli. İçindekilerin çoğu sayısız hastalığa neden olan katkı maddeleriyle dolu. Mesela bendeniz hiç tavuk yemediğim gibi hazır yüzde 100 meyve suyu palavrasıyla satılan yapay içecekler dahil hiçbirini içmiyorum. İçmelerini hiç kimseye de önermem. Ya meyvenin kendisini yiyin ya da suyu sıkıp taze taze için.


Gıdasını ilaç, ilacını gıda yapmak!


Gıda Hareketi nasıl gidiyor? Neler yapıyorsunuz?


Gıda Hareketinde en büyük sorunumuz insan kaynağı sorunu. Herkes istiyor ki birileri yapsın bize hap sunsun biz de onları yutalım. İyi de hiç kimse bu insanların insan ve maddi kaynağa ihtiyacı var mı diye sormuyor. Herkes dertli. Ya kendi ailesinde ya da çevresinde gıda ve sağlık sorunu yaşıyor. Ya doktor doktor dolaşıp yolunuyor ya da bitkisel tedavi adı altındaki sömürü merkezlerinde ömür tüketip soyuluyorlar. Bazıları bizi de bu kimselerle karıştırıyor. Kür soruyor, ilaç istiyor, reçete istiyor falan. Oysa gıdasını ilaç ilacını gıda yapsa sorunu çözecek. Bunu öğrenmeye bile razı değil. Üç yıldır GDO meselesi neredeyse her hafta bir yayın organının gündeminde. Peki bu alandaki yazılmış beş altı eser kaç sattı? Birkaç yüz… Hadi birkaç bin olsun. Oysa kür tarifleri bilmem ne tarifleri kitapları yüz binlerce satıyor. Kimse zora gelmek istemiyor. İnsanlar bir yere gidip bir reçete yazdırmak, onu almak, mümkünse bedel ödememek istiyor. Sonra yaşadığı sorunu unutup hayata kaldığı yerden devam ediyor. Oysa ilaçlar sadece sorunu erteledi, tedavi olmadı, ağrılarını giderdi… Hepsi bu, sağlığı sektöre dönüştürürseniz olacağı bu…


Fakat sevindirici olan şu. Biz bugüne kadar onlarca mülakat ve tv programı, yüzlerce konferansa katılarak binlerce insanı etkilemeyi başardık. Yaşam standartlarını değiştirme iradesini ortaya koydu yüzlerce insan. Endişeye ve araştırmaya sevk ettik. Bizim sitemiz birçok haber sitesinden bile çok ziyaret ediliyor. Girdiğimiz tüm bilgileri okuyan ve alışkanlıklarını değiştiren, hassasiyet kazanan insanlar oluştu. Bu kartopu gibi. Biz daha 2008'de kurulduk. Bu ay 3. yılımızı dolduracağız. Her şeye rağmen çok ümitvarız. Üniversiteler konferansa davet ediyor. Bu çok önemli bir aşama.


Teşekkür ederim Kemal bey, elinize gönlünüze sağlık. Kolay gele, hayr ola…


Ben teşekkür ederim…

 

Yorum Yap

Diğer Haberler